Bazı kitapların mevsimi, bazı mevsimlerin de kendine has duyguları var hiç şüphesiz. Sonbaharın duygusunun melankoli olduğunda ise hemfikiriz sanırım.. Karaduygun’un Anadolu’da melankoliğe denk düşen bir kelime olduğunu ise tıpkı Sema Kaygusuz gibi yıllar sonra keşfedecektim.. Güzel bir tesadüfle Eylül’de okuduğum “Karaduygun”, isminin yanı sıra hazan sarısı kapağıyla da sonbaharı hatırlatıyor üstelik..
Sema Kaygusuz’un adını çokça işitmeme rağmen kaleminin bu denli etkileyici olduğunu henüz keşfettim. Kitap bittiğinde başka bir kitaba değil de yine onun kitaplarından birine başlama isteği oluştu bende. Kaleminin büyüsüne kapılmamda sahici dilinin etkisi oldukça fazla tabi..
Gelelim kitaba; bir hikaye kitabı olarak da düşünülebilir Karaduygun. Fakat anlatı olarak çıkmış Doğan Kitap’tan. Aslında “hikayelerle donatılmış anlatı” desek daha güzel bir ifade olur Karaduygun için. Yazarın derin insani duyuş ve duyarlılığıyla bezediği hikayelerinde gerçek ve kurmaca iç içe geçmiş.
Kitabın anlatı olmasının en temel unsuru tanıdık bir ismin, yazarın yakın dostu, şair Birhan Keskin’in kitabın başkarakteri olması. Bu anlamda gerçeklikle ilişkisi oldukça güçlü Karaduygun’un. Fakat asla bir biyografi özelliği taşımıyor kitap. Sıfırı olmadığı için farklı anlamlar yüklediği roma rakamlarıyla ayırdığı bölümlerde, Birhan’ın peşine düştüğü sesleri çağrışımlarla hikayelere bağlamış Kaygusuz. Birhan’ın varlığından doğan ve birbirinden farklı ve bağımsız yedi hikaye ise eserin içeriksel sahasını oldukça genişletmiş.
Sema Kaygusuz, uykusunu bile isteye böldüğü Birhan’ın uykusuzluğunu tasvir ederek başlıyor kitabına. “Gece demek uyku demek, unutuş demek”, ”oysaki Birhan’ı tanımlayan tek şey derin uykusuzluğudur”, “ tek başına temsilidir kitlesel bir uykusuzluğun”, “dışarıdaki şiddetin alışılmaya yüz tutmuş tok sesini ta yatağından duyuyordu” dediği Birhan aslında dünyanın tüm uğultularını işiten ve bu seslerin peşine düşen karaduygun insanların temsilidir.
Kitaptaki sesler, metaforik bir ifade olarak anlaşılmalı.. Dünyanın bütün acıları ve şiddeti Birhan’ın kafasındaki tak tuk tak, dannga da dan dan seslerinin içinde beliriyor bir bakıma.. Birhan’ın temsil ettiği insanlara karşılık bir de İsmet Bey karakteri var kitapta. Birhan’ın duyduğu seslere “sizin duyduğunuzu ben duymuyorum” diyerek karşılık veren kayıtsız insanların temsili İsmet bey.
Kitaptaki sesler, metaforik bir ifade olarak anlaşılmalı.. Dünyanın bütün acıları ve şiddeti Birhan’ın kafasındaki tak tuk tak, dannga da dan dan seslerinin içinde beliriyor bir bakıma.. Birhan’ın temsil ettiği insanlara karşılık bir de İsmet Bey karakteri var kitapta. Birhan’ın duyduğu seslere “sizin duyduğunuzu ben duymuyorum” diyerek karşılık veren kayıtsız insanların temsili İsmet bey.
Aslında birbirinden farklı ve bağımsız gibi gözüken hikayelerin hemen hepsi bu kayıtsızlığın farkındalık sahibi insanlar üzerinde yarattığı sıkıntıyı ve huzursuzluğu anlatıyor. Musa Anter’in anlatıldığı “Çağrılan Musa”, “Köpek Çağı”, “Adak”, “Musallat”, “Birkaç Kişi”, “İki Değişik Lokma” ve “Kelebek Düşmeden” adlı hikayelerin her biri okuyucu şaşırtmakla kalmıyor, aynı zamanda derin bir hiçlik duygusunun içine de alıyor.
Ses ve gürültü, yazarın baştan sona terk etmediği sözcükleri. Sanki beş duyu gitmiş yalnız işitme duyusu ve sesler kalmış Kaygusuz’un dünyasında. Bir de sürekli ikiye bölünüp duran zaman.. Birhan’ın bir gecelik zamanından çağrışımlarla bambaşka zamanlara geçiyoruz sıkça. Bergson’un içsel zaman dediği “durée”yi hatırlattı bu bölümler bana. Dışsal zaman olan şimdiyi bırakıp içsel zamanın uçsuz bucaksız genişliğinde birçok farklı duygunun etki alanına girmiş oluyoruz böylece. Bir gecede olan olaylardan koca bir ömürlük duygu çıkıyor ortaya.. Çoğu kara duygu’lar.. “Çağrılan Musa” hikayesindeki “içini başka bir yerde bırakmış, uzaktan bakıyordu” gibi ifadelerden açık bir şekilde anlıyoruz bunu.
“Adak” hikayesinde Viyana’lı Ruth’un kanserli yaprağı neden sakladığını öğrendiğimde ufak çaplı bir şaşkınlık yaşamadım değil. Adak hikayesinin ırkçılıkla ilgili düşündürten bölümleri üzerine ise çokça konuşulur..Dünyada iki türlü dışlamanın var olduğunu hatırlatmış bize yazar. Korkuyla dışlamakla nefretle dışlamak arasındaki farka değinmiş. “Göçmen bir doktora güven duymasa da yaprağı kanserinden ötürü seven birisinin içinden geçiyor dışlamak ve şefkat, aynı anda.” İşte tam da insana dair şeyi yakalamış oluyoruz bu ifadelerde. Kötülerin başka iyilerin başka olmadığını, insana dair bu kaba tasnifin ne kadar yanıltıcı olduğunu idrak ediyoruz bir daha. Bu anlamda “Adak” hikayesi kitabın en güzel hikayelerinden.
Belki de bütün bunların sebebi varlıkları tanıma ve anlama zahmetine katlanmamak.. Yeterince insan tanımadan, yeterince hayata dokunmadan hüküm vermeye çalışmak. “Karşıdan bakmak ezbere bir şey. Pekala gözlerini kapatabilirsin. “Denizleri birbirinden ayırt edemiyorsak, zihnimizle gördüğümüzü tenimizde bilmediğimiz için” diyor Kaygusuz.. Belki de bu yüzden fikirlerimiz ve bakışlarımız bir heykeli andırıyor, donuk ve kayıtsız..
“Musallat” hikayesindeki garipliği ve sinir bozuculuğu tanımlayamıyorum niyeyse. Gülayşe denen kalaycı kadına tahammül edebilmek okuyucu için çok zor. Gerçekte kimdir Gülayşe bilmiyoruz, yazarın kimlik bocalamalarının yansıması olması kuvvetle muhtemel. Böyle bir hikaye gerçekte yaşanmamışsa bunu yazmak kimin aklına gelir ki diye sormadan edemedim. Aynı duyguyu “İki Değişik Lokma”da Zühal’in ve ruhunu bala kaptıran -evet bildiğimiz bal- Ezel’in garip ve sarsıcı hikayelerini okuduğumda da hissettim. Bugüne kadar okuduğum en değişik hikayeler arasına rahatça koyabilirim sanırım bu adını saydıklarımı.
Kaygusuz’un hüzün ve keder sözcüklerinin sınıfsal ve ruhsal ayrımına değindiği bölümlerse sanırım bu kitabı şiddetle öneriyor olmamın en güçlü dayanağı. Neredeyse her cümlenin altını çizdiğim bölümlerde melankoliklerin aslında kimler olduğunu tanımlamış yazar. Yalnızca tespitler yapmaktan öteye geçip, kara safranın hükmünde yaşayan insanların kederli dünyalarını tüm çıplaklığıyla açmış okuyucuya. Özellikle bu bölümde kendisinin de bir karaduygun olduğunu hissettiriyor elbette.. Birbirinin yerine kullandığımız bu iki kavramı çok ince noktalardan ayırıp lügatımıza yerleştiriyor Kaygusuz. “Hüzünlülerin en büyük hayali, içsel dengeyi ve huzuru yakalamaktır, kederliler huzuru budalalıktan sayıp dünyayı değiştirmek isterler” derken amaçlarının bile farklı olduğunu hatırlatıyor ısrarla..
Sema Kaygusuz hikayelerini kurarkenki yaklaşımını satır aralarında vermeyi seviyor gibi. Gerçeklikle kurmacanın iç içe geçmesini sevdiğini anlıyoruz böylece. “Belki de uydurduğum duyduğumu yarattı, duyduğum uydurduğumu” diyerek ele veriyor kendini. Yıllar önce kafasında yaratıp yazdığı Tacettin’i gerçekte görünce yaşadığı duygular ise neden yazmanın büyüsüne inandığını gösteriyor okuyucuya. “Eskiden canlı bir adam olan Tacettin, şimdi zihnimde gömütsüz bir hale gelmişti. Canlanmamış, benim alemimde tam tersine ölmüştü.”
Satır aralarında insanı yazmaya mecbur eden şeye de değiniyor. “Yazıyoruz çünkü belirsizliğe katlanamadığımız için” diyerek en azından karaduygunlar için yazmanın bu dünyada bir gereklilik olduğunun altını çizmekten de geri durmuyor yazar..
Satır aralarında insanı yazmaya mecbur eden şeye de değiniyor. “Yazıyoruz çünkü belirsizliğe katlanamadığımız için” diyerek en azından karaduygunlar için yazmanın bu dünyada bir gereklilik olduğunun altını çizmekten de geri durmuyor yazar..
Umarız yazmaya ara vermez..
En başta da dediğim gibi bazı kitapların mevsimi vardır..
Siz iyisi mi Karaduygun’u sonbahar bitmeden okuyun..
Sema Kaygusuz
"KARADUYGUN"
Doğan Kitap Yayınları, 2012
120 sayfa
"KARADUYGUN"
Doğan Kitap Yayınları, 2012
120 sayfa
Yazar : Duygu Aksoy
Kaynak Dağ Medya
0 yorum:
Yorum Gönder