Adımı unuttum adı olmayan yerlerde



2 yorum

Adımı unuttum / adı olmayan yerlerde / ne in / ne cin / ne benî âdem / zamanlar içinde/ kuşlar uçuyor / kervanlar geçiyor / bir iğne deliğinden / çarşılar kuruluyor / sarayları oyuncak / insanları karınca şehirler / zamanları gördün mü / bir iğne deliğinden / adımı unuttum / adı olmayan yerlerde / geçip gidenlere bakarak
ASAF HALET ÇELEBİ

Kiralık Konak



3 yorum

"Bu dünyada güzellik bir hayal, asalet ve zerafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı. Güzel bir yüze iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil kağıdı, zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç yeterliydi."

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU



İz bırakanların seyrüseferi; Satranç Oynayan Derviş



0 yorum

"Satranç oynayan Şah mı, derviş mi belli değil.
Dokunduğu anda piyonları vezire çevirdiğine bakılırsa Şah.
Şahla göz göze geldiğinde tepeden tırnağa ürperdiğine bakılırsa derviş.
Kiminle mi oynuyor?
O da pek belli değil"

Şam. Cebel-i Sâlihiyye Hanı. Atlar “L” izi bırakıyor canlarını alırken piyonların. Leyla’nın atları mı bunlar? Filler çapraz ateş açmış, menziline giren kapaklanıyor yere. Ebabil kuşları nerde? Vezirlerin gözleri kızıl topaçlar gibi dönüyor karelerde. İpleri Şahlar’ın elinde, ipleri şahların boynunu arıyor. Kaleler sığınmaya gelenleri mahzenlerine kapatıyorlar, ne konukseverlik. Kılıç şakırtıları, topuz vınlamaları, naralar ve çığlıklar duyulmuyor, ne derin savaş. Şahlar ağızlarını açıp bir kelime söylemiyor, bir adım atmıyorlar. Kendilerinden emin seyrediyorlar yüzlerce kareye bölünmüş meydanı, ne sükûnet! Yalnız bir iç ses Makâlât’tan çalınmış: “Ey Şah! Halk içindeyken bir saat olsun halkı kendinden uzaklaştır. Ta ki Şah dervişin ziyaretine gitti desinler. Hem öyle bir eve gidelim ki, orada Şah kimdir, derviş kim belli olmasın.” Satranç oynayan Şah mı, derviş mi belli değil. Dokunduğu anda piyonları vezire çevirdiğine bakılırsa Şah. Şahla göz göze geldiğinde tepeden tırnağa ürperdiğine bakılırsa derviş. Kiminle mi oynuyor? O da pek belli değil. Karşısında bir Frenk delikanlısı var; ama bu Frenk delikanlısı kâh bir Konyalı oluyor haset dumanlarını savuran, kâh bir Leyla savuran saçlarını. Kâh ikiye bölünüyor Şems, kendisiyle savaşıyor. Kâh yok oluyor, hiçlikle. Sonunda mektuplarını cevapsız bıraktığı sevgilisini; Mevlânâ Hüdâvendigâr’ı çıkarıyor karşısına… Evet cevap vermedi bu can satırlarına. İyice tutuşsun diye yaptı. Kömüre dönüp kendinle yazsın diye. Ancak kendinle yazandan sadır olabilir ateşîn sözler: “Bilirsin ki yaşamamız senin elinde. Ayrılığın bitirdi bizi. Sözünde dur ey lütuf sahibi! Kusuru ört, iyilik et... Gel! Araplar, ‘Taal’ der, Farslar ‘Biyâ’ Gel demektir bunlar. İşte gel! Ey Tebrizli Şems! Gel, çabuk gel, n’olur! Dur! Hayır deme. Sana evet-hayır demek yaraşmaz. Gelmek yaraşır.” Ve ancak kendi kömürüyle yazanlar cevabı hak eder. Şam’dan gönderilen mektup bir hazine sandığı gibi titreyerek açılır Konya’da. Mücevherler avuçlanıp tekrar tekrar bırakılır sandığa. Dil aciz kalır da, coşkuyla kaleme sarılınır: “Yürüyün ey erler, cananı getirin/ Bizden kaçan o müstesnayı getirin” Erlerin başında oğlu vardır Mevlânâ’nın: Sultan Veled. Yanlarında bir mektup ve kızıl altınlar. Günlerce nefes nefese koştururlar atlarını Şam’a doğru. Güneşin Cebel-i Salihiyye Hanı’nda olduğunu. Duyar duymaz yanarlar. Öyle yanarlar ki atları yıldız olup kayar Şam semalarından bu sırlı hana. İşte Şems’leri Frenk delikanlısıyla satranç oynamakta. Bir hamle yapmasından korkarak ağır ağır yanaşırlar Şems’in yanına. Şems hiç oralı olmaz, devam eder oyuna belli belirsiz bir gülümsemeyle. Belli ki sembollerle konuşulacaktır. Ne demişse Hüdâvendigar o yapılacaktır. Bir çift ayakkabının içi kızıl altınlarla doldurulup Anadolu’ya çevrilecektir yönü. Göğüsten çıkartılan mektup, kutsal bir emanet gibi saygıyla uzatılacaktır. Zarf daha eline değer değmez Şems’in, köpükler çıkartarak dolduracaktır meydanı lavdan cümleler; filleri, kaleleri, atları, piyonları ve vezirleri önüne katıp sürükleyerek Şah diyecektir: “Siz buradan ayrıldıktan sonra, mumun baldan ayrılması gibi, ben de lezzetten ayrı düştüm. Baldan tatlı sohbetinizden mahrum kalınca ateşle teselli buluyorum. Cemalinizin yokluğuyla cismimiz, viran. Canımız ise baykuş gibi viranede. Artık, dizgini; bu tarafa çeviriniz. Neşe ve eğlence şeytan gibi taşlanıp sürüldü buradan…” Ne hasetçilerin pişmanlığı ve özrü ikna edebilecektir onu, ne Sultan Veled’le gelen yirmi atlının taşıdıkları. İçi altın dolu ayakkabılar işaret etse de Diyar-ı Rum’u, gelecekse Hüdâvendigar için gelecek, Şems bu. “Bizi altın ve gümüş satın alamaz. Daveti kâfidir Muhammed yürekli Mevlânâ’mızın. Onun sözünü çiğnemek ne mümkün!” diyerek dağıtacaktır yoksullara neyi varsa. Hazırlıkları bitince Sultan Veled’in atını yanında bulacak, binek taşından yükselince atın sırtına, yollar sıraya girecektir, gece ve gündüz başlayacak. Nihayet Şems, Mevlânâ’nın kokusunu duyacak. Şems’in kokusu Mevlânâ’ya ulaşacak sonunda. Kafile Konya yakınlarında çekecek dizginleri, “Dur!” diyecek. Zincirli Han özgür ruhlara açacak kapılarını. Ve Sultan Veled atlılardan birini babasına gönderecek müjdeci olarak. Mevlânâ mı? O yanında ne varsa müjdeciye bağışlayıp haykıracak: “Yollara sular dökün Bahçelere müjdeler verin. Bahar kokuları geliyor. O geliyor, o! Ay parçamız, canımız, yârimiz geliyor. Yol verin, açılın, savulun, Beri durun, beri! Yüzü apaydınlık, ak pak Bastığı yerleri aydınlatarak, O geliyor, o!”

A. ALİ URAL

ah o gönül şarkıları!



1 yorum
Ah kaldırımlar biliyor bi devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü ilk yazdan şendik
 SEZEN AKSU

The Song Of Sparrows ~ Serçelerin Şarkısı (2008)



0 yorum

Yapım:2008 ~ İran
Tür:Dram
Yapımcı,Yönetmen: Majid Majidi
Senaryo:Mehran Kashani, Majid Majidi

Kerim  : sen orayı bin yılda temizleyemezsin..

Hüseyin : temizleyeceğiz.. sonra da suyla doldurduğumuzda içine yüz bin balık koyabiliriz..
Karim : yüz bin balık ne kadardır biliyor musun ?
Hüseyin : şey.. yüz bin balıktır..

İran Sineması denilince akla ilk gelen isimlerden biri Macid Macidi. Yönetmenin  filmlerinin konusunu genellikle alt sınıfın, onuru ile yaşayan insanları oluşturuyor. Dürüstlük, onur, "saf"lık  gibi kavramlar onun insanı anlama ve anlatma konusundaki en büyük araçlarından biri. Onun filmlerinde umudunu kaybetmek üzere olan insanların, kendilerinden taviz vermeden, en nihayetinde bütün gecelerin sabaha varacağının farkındalığıyla , hayata nasıl tutunduklarını görüyoruz. Aynı zamanda, özellikle çocukların insan eli değmemiş dünyasını bir araç olarak kullanan ve bu yolla evrensel  mesajlar veren bir yönetmen Macid Macidi. Haziran ayında Altyazı dergisinin özel söyleşi bölümde yer verdiği yönetmen röportajda; "Olayları çoğu zaman çocukların gözünden anlatıyorsunuz. Çocukların dünyasını nasıl tanımlarsınız?" sorusuna şu cevabı veriyor:

"Çocuklar, bana hep saf" şunu hatırlatıyor: Bizler de bir zamanlar masum meleklerdik, daha sonra cennetten kovulduk. Özümüzdeki o çocuktan o kadar uzaklaştık ki, başka bir insana dönüştük. Eğer, çocukluğun o özüne, saflığına dönebilmek mümkün olsaydı, dünyayı farklı gözlerle görebilirdik. Çocukların dünyası çok sadık ve saf bir dünya. Çocuk oyuncularla çalışırken, işte bu dünyaya girebilmek gerekiyor. Çocuğun bir gardı vardır, onu aşabilirsen rahatlıkla dünyasına girebilirsin. Çocukların ruhları çok zengin oluyor. Bunu anlayabilmek için de onların seviyesine inmek, onlarla yakınlık kurmak gerekiyor."


Film deve kuşu çiftliğinde çalışan Kerim'in kızının işitme cihazını, çöplüğe dönmüş bir kuyuda kaybetmesiyle başlar. İş yerinden apar topar cihazın kaybolduğu kuyuya gelen Kerim,  oğlu Hüseyin'le arkadaşlarını cihazı ararken bulur. Aynı zamanda Hüseyin ve arkadaşlarının bu kuyuyla ilgili bir hayali vardır.  Orayı  temizleyip, yüz bin balıkla doldurup, doğal bir akvaryum oluşturmak...Baba Kerim'in tüm itirazlarına rağmen Hüseyin ve arkadaşları bu sevdadan vazgeçmez. Bu arada cihaz bulunur fakat artık işlevini kaybetmiştir. Yeni işitme cihazı içinse Kerim'in kemerini epey sıkması gerekmektedir. Fakat tam bu süreçte çalıştığı devekuşu çiftliğinden atılır. Bir iş için gittiği Tahran'da tesadüf eseri şoförlüğe başlayan Kerim, bu büyük şehrin karmaşasına, hızına şahit olacak, içindeki iyi ve kötü savaşını yer yer kaybedip, yer yer kazanacaktır.


Serçelerin Şarkısı’nda (The Song Of Sparrows) bir babanın başta kendi, sonra da ailesi için verdiği mücadeleyi, aynı zamanda da bir çocuğun tüm iyi niyetiyle bir hedefe nasıl sarıldığını ve bu uğurda çekilen sıkıntıların üstesinden nasıl gelebildiğini görüyoruz. Aslında film iki düzlemde yürüyor; Bir tarafta yoktan var etmeye çalışan ve umudunu hemen hemen kaybetmeyen bir çocuk, diğer tarafta da hayatın ona hiç de adil davranmadığını düşünen bir baba...



Ayrıca, 2008 Berlin Film Festivali’nde Mohammed Amir Naji’nin performansıyla En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde Gümüş Ayı ödülüne layık görülmüştü.Sözün kısası izlemeye değer bir film. Özellikle İran sinemasına ilgi duyuyorsanız hiç ama hiç atlamamanız gereken bir film. Keyifli seyirler...


8,5/10


newer post older post