[Gökten yere kadar bütün işleri O düzenler] Secde 32/5 Krzysztof Kieslowski DEKALOOG (JEDEN)



0 yorum

[Gökten yere kadar bütün işleri O düzenler] Secde 32/5

      Polonya Sinemasının adını telaffuz etmekte biraz zorlandığımız yönetmeni Krzysztof Kieslowski son yirmi yılın en iyi filmleri arasında gösterilen üç renk ( Mavi, Beyaz, Kırmızı) üçlemesiyle tanınıyor olsa da, ben kendisini Dekalog serisiyle keşfettim. Dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olan yönetmenin usta sıfatını fazlasıyla hak ettiğini Dekalog serisini izlemeye başladığım şu günlerde geç de olsa görmüş oldum.  

       Madem öyle “usta” yönetmenin sinema tarihinin başyapıtlarından sayılacak üç renk üçlemesinden önce 1989 yılında Polonya televizyonu için 10 bölüm olarak çektiği tv serisi dekalogları için söyleyeceklerime başlayayım. İnsan olmaklığımızla yakından ilgili meseleleri (bunlara evrensel meseleler de diyoruz) özgün bir dille ve en güzeli dini metinlerden ilham alarak işlemesi sebebiyle kült olmayı fazlasıyla hak etmiş bir film dizisiyle karşı karşıyayız. Kült diyip de geçemeyiz tabiî ki. Mesela neden? Sorusunun cevabını vermeye çalışacağız naçizane. 

        Kieslowski dekaloglarında, ahlaki, felsefi ve metafizik meseleleri sinematografinin tüm inceliklerini kullanarak seyirciye mesaj verme derdi taşımadan, benimsediği inancı vaaz etmeyen bir üslupla aktarmayı başarabilmiş öncelikle. Genelde dini içerikli filmlerin handikabı olabilecek, o dinin mensubu olmayanı çoğu zaman mensubunu dahi irite eden bol mesaj verme kaygılı uslüp yok bir kere filmlerde. 55 dakikalık 10 kısa filmden oluşan Dekaloglarda her filmin konusu Tevrat’taki On Emir'den ilham alınarak belirlenmiş. Filmler kendi aralarında organik bir bütünlük sergiliyor olabilirler fakat her filmin kendine özgü konusu itibariyle tek tek ele alınıp üzerinde konuşulması gerektiği de âşikar.

        Bu yazıyı da konusu itibariyle diğerlerine tercih ettiğim serinin 1. filmi üzerine sesli düşünüp, beni ne denli etkilediğini anlatabilmek adına kaleme alıyorum. Birinci film, kader, Tanrı, ruh ve ölüm gibi düşünce tarihinin en kadim metafizik meselelerine bir çocuğun dünyasından bakış atan etkileyici bir film. Hz. Musa’ya indirilen On Emir’in ilkini (“Benden başka hiçbir Tanrı'ya Tapmayacaksın”) işleyen filmin adı, zamanında TRT'de yayınlandığında “kadere meydan okunmaz” şeklinde çevirilmiş. Burada, TRT'nin seçtiği ismin, filmin mesajı açısından çok daha isabetli olduğunu söylemeden edemeyeceğim. 

        Filmi tam da aklın çıkmazları, kader ve külli irade gibi meseleler üzerinden düşündüğüm sıralarda bir arkadaş tavsiyesi üzerine izledim. Konuştuğumuz mesele rasyonalizmin sınırları, çözümsüzlüğü, sezgi ve kalbin birer bilgi kaynağı olup olmadığı gibi konulardı. Yaşadığımız dünyayı ve ölüm sonrası hayatı aklın verileriyle açıklama fetişi üzerine koyu bir tartışma yaşadığımız muhabbet sırasında bu filmin konusuyla yakinen temas etmiş olduk farkında olmadan. Sonrasında da bulduğum ilk fırsatı değerlendirip filmi izledim. 

       Film, mütevekkil dindarlığı terk etmiş modern insanın -ki bu insan daha çok bilim ve tekniğin ürettiği ahlakı benimseyen, Tanrı’nın koyduğu yasalara teslimiyet duygusunu yitirmiş ve bu yasaların koruyucusu olmaktan çok kendini bir kural koyucu olarak tasarlayan insandır- yaşadığı ahlaki boşluğu ve kader meselesindeki çıkmazlarını ele alıyor. İnsanın hayatını nereye kadar planlayabileceği, bilim ve tekniğin ya da matematiğin kesinliğine güvenip güvenemeyeceği gibi soruların cevaplarını arayan film, bir çocuğun bilim adamı babası ve Tanrı’ya sevgiyle bağlanmış halasının düşünceleri etrafında gidip gelişini, kısacası hakikat arayışını konu alıyor. 

        Filmde Tanrıya inanmayan ve hesaplar yaparak ruhun dahi bilinmezliğini ortadan kaldırabileceğini düşünen baba ile, mütedeyyin, Tanrının sevgiden ibaret olduğunu ( tipik bir Katolik) ve ona güvenin esas olduğunu her hareketiyle hissettiren hala karakterleri ruhun iki gücünü (akıl ve kalp) temsil etmekte. Sahneler bu iki ruh gücü arasında gidip gelen konuşmalar âdeta. Özellikle çocuğun (Pavel) babasıyla ölüm ve ruh üzerine konuştuğu sahne defalarca izlenmelik. O yaşta bir çocuğun merakı ve aldığı cevaplarla karışan akıl dünyası, bir yandan da meylettiği hakikatin yönetmen tarafından incelikli bir şekilde aktarılması da gerçek bir ustalık. 

 Pavel, babasına “Ölüm nedir? diye sorar. Baba gayet pozitivist bir bakış açısıyla ölümü çeşitli sebeplere bağlar ve son tahlilde kalbin kan pompalamaması sonucu hareketin durması olarak tanımlar. Bunun üzerine çocuk “-Ruh peki? Hiç ruhtan bahsetmedin” diye karşılık verdiğinde babanın ruha inanmadığını ve bu inancın insanları sadece rahatlattığına inandığını öğreniriz. Sahnenin sonunda ise çocuk küçük bir köpeğin ölümünden ne derece etkilendiğini ifade eden şu vurucu cümleyi söyler:

      “Ölü bir köpek gördüm. Sonra neden böyle diye düşündüm. Bayan Piggy’nin Kermit’i ne kadar sürede yakaladığını çözmem ne işe yarar” 

       ( Burada filmin başında baba oğlun çözdükleri hız problemleri gelir akla.. )

       Filmin vurucu sahnelerinden bir diğeri ise; hala ve çocuğun Tanrı’nın varlığı üzerine konuştukları sahne. Tanrı var mıdır? diye soran çocuğa Halası -(sıkıca sarılıp) "Şu an ne hissediyorsun?" diye sorar. Halasına “-Seni çok sevdiğimi hissediyorum” diye karşılık veren çocuk, "İşte Tanrı budur" cevabını alır.   (Hala için Tipik Katolik demiştik sanırım ) 

        Filmi izleyen herkesin özellikle bu iki sahne hafızalarına kazınacaktır. Pozitivist bilimin ürettiği materyalist değerlerin içinde sıkışıp kalan insanın bir kalbi ve bir Tanrısı olduğunu derinden hissettirme çabaları bu iki sahnede özellikle göze çarpıyor. Yönetmen filmin sonuyla da mesajı empoze etmekten ziyade, seyirciyi hayatta genelde karşılaşılan bir durumla baş başa bırakıyor daha çok. Son sahnede insan, yazgısı karşısındaki acziyetini hissederken, babanın düşüncelerinde ve hesaplarında yanıldığını fark edip, bir yandan da kaderin çözülemezliği üzerinde kafa yoruyor, eğer düşünen bir kafası varsa tabi. 

        Velhasıl kelam, Bu meseleler derin meseleler azizim, tıpkı filmde de savunulduğu gibi aklın sınırlarını aşan meseleler, sağlam bir teslimiyet şart, eğer inandığınız bir Yaratıcınız varsa. Çözümsüz olduğu için sanırım sanatın da başat konusu olmaya devam ediyor, edecek.. 

 Not: Filmle ilgili söylenebilecek tek kötü şey, Türkiye'de dvd'sinin satılmadığı. Ancak Amazon’dan satın alınabiliyormuş. Fakat çeşitli film sitelerinde ve video paylaşım sitelerinde Türkçe alt yazıyla izlenebilir.

 İyi seyirler!

newer post older post