The Prestige



2 yorum

'' Dikkatli bakıyor musunuz? ''

'' Her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur;

.Birinci bölüme ' Vaat ' denir;

Sihirbaz size sıradan birşey gösterir. İskambil destesi, bir kuş ya da bir insan. Bu nesneyi size gösterir; son derece gerçek, üzerinde oynanmamış, normal birşey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister. Fakat aslında öyle olmayacaktır.

İkinci perdeye ' Dönüştürme ' denir.


Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. Hilenin sırrını arıyorsunuz ama bulamazsınız. Çünkü 'dikkatli bakmıyorsunuz.' Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz. Henüz alkışlamazsınız. Çünkü birşeyi yok etmek yeterli değildir, onu geri getirmeniz gerekir.

.İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur, yani en zor bölüm;

bizlerin değişiyle ' Prestij ' bölümü... '

Angel-A 2006 / sende melek tüyü var



0 yorum

.
Tür : Komedi / Romantik
Gösterim Tarihi : 28 Temmuz 2006
Yönetmen : Luc Besson
Senaryo : Luc Besson
Görüntü Yönetmeni : Thierry Arbogast
Müzik : Anja Garbarek
Yapım : 2005, Fransa , 88 dk.
Oyuncular
Jamel Debbouze (André) , Rie Rasmussen (Angel-A) , Gilbert Melki (Franck) , Serge Riaboukine (Pedro) , Akim Chir (Le chef des malfrats) , Eric Balliet (Garde du corps Franck) , Loïc Pora (Le malfrat #2)

Paris'in tenha sokaklarındaki garip bir çiftin, bir garip aşk masalı

Huyundan mıdır suyundan mıdır, tılsımından mıdır neyindendir bilinmez bu film, izleyende bir kez daha izleme arzusu uyandırıyor. Bakınız ben en son bir hafta önce 3. kez izleme şerefine eriştim. Devamı da geleceğe benziyor. Bu film bir başyapıt ya da bir  şaheser değil ! Hatta son derece sıradan bir senaryosu var.  Ama Luc Besson;  Bakın sıradan bir hikayeyi, bir peri masalına nasıl dönüştürebiliyorum dercesine bir iş çıkarmış ortaya. Belkide filmin albenisi, bu sıradanlığın ardında parlayan o nerden geldiğini tam olarak kestiremediğim  ışığı...

Kahramanımız beceriksiz düzenbaz/dolandırıcı André, yolun sonuna gelmiştir artık. Boğazına kadar borca batan, peşinde bir yığın belalı adamı olan biri olarak dışarıda güvende olmayacağını anlar ve en azından ortalık duruluncaya kadar, hapse atılmayı talep eder. "Belli bir müddet hapishanenizde konaklayabilir miyim?" teklifini duyan memur da haliyle Andre i yaka paça "dışarı" atar. O içeri atılmak isterken...

Andre'nin bulduğu tüm çıkış yolları kapalıdır. "e gökten de  kurtarıcı meleğim gelmeyeceğine göre" diye düşünüp,  intihar etmeye yeltenir. Fakat o da ne ? Korkuluklarda intihar etmek için bekleyen tek kişi o değildir. Bu devasa boydaki güzel sarışın Andre'nin kontrolünü artık kaybettiği hayatının yönünü değiştirmek için oradadır.
Angel-A filmi tüm umudunu yitirmiş bir adamın, hayatına anlam katan bir kadınla tanışma hikayesi değil sadece. Bu bakış açısı yüzeysel bir bakış açısı olur. Zira, adıyla müsemma insan Angel, hayata anlam katan biri olma özelliğinden öte, Andre'nin kaybettiği özgüven ve kendine olan sevgisini, yaşama arzusunu yeniden kazandırmaya çalışarak daha çok bir yardım meleği görevini üstlenir. Buna bağlı olarak ikilinin ayna önünde yaptıkları "içini görme" seansı da görülmeye değer.  Luc Besson, ikili arasındaki aradaki devasa boy farkını sık sık vurgulamış hatta ötesinde gözümüze sokmuş. Öyle ki Andre i sık sık yukarı bakarken görüyoruz :) Film çekimleri sonrasında boynunun tutulmuş olabileceğinden şüpheleniyorum.

Tıpkı Leon'daki gibi, Aşk'ın hiç beklemediğin bir anda karşına çıkıp-belki de en son ihtiyacın olduğunu düşündüğün bir dönemde, en çok ihtiyacın olan şeydir aşk  :/-  içinde bulunduğun karmaşık duruma , buhrana ilaç olabileceği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorsun bu filmde de . Ama bu filmde saf sevgi ya da cinsel bir çekimden öte kendini bulmaya yardım eden, ona yaşamı boyunca farkında olamayacağı şeyleri gösteren bir kadına belki de başka bir tabirle diğer yarısı ya da, tam da kendi olduğuna inandığı bir insana aşık olma durumu mevcut

Bir nevi yine "Sevginin gücü" ...
Paris sokaklarının bu kadar boş olması filmi zamandan soyut gösterdiği gibi filme, şiirsel serüveninde aynı zamanda masalsı  da bir tat eklemiş.

8/10

Angel-A



0 yorum

- Bana yardım etmesi için 1.80 boyunda bi kaltak mı yolladılar?

- Ben senin yansımanım. Ben senim.

- Ben aslında 1.80 boyunda bir sürtük müyüm ?

- Evet özünde...

Caramel ~ Sukkar Banat 2008 / Kadın Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı



4 yorum
caramelafiş

Tür : Dram / Komedi
Gösterim Tarihi : 9 Mayıs 2008
Yönetmen : Nadine Labaki
Senaryo : Rodney El Haddad , Jihad Hojeily
Yapım : 2007, Fransa / Lübnan , 95 dk.
Oyuncular
Nadine Labaki (Layale) , Yasmine Elmasri (Nisrine) , Joanna Moukarzel (Rima) , Gisèle Aouad (Jamale Tarabay) , Adel Karam (Youssef) , Sihame Haddad (Rose) , Aziza Semaan (Lili) , Dimitri Staneofski (Charles)

Ülkemizde ilk defa 27. istanbul Film Festivalinde yönetmenin iştiraki ile gösterilmiş olan bir film Caramel. Yönetmen Nadine Labaki' i ilk olarak NTV'de bir programda görmüştüm. Hoş bir hatun olma özelliğiyle  dikkatimi çekmişti. Üstüne birde başrolde oynadığı filmi yazıp yönettiğini de öğrenince iyice   merakımı celbetti.

Bir kadın filmi çekmek istesem sanırım mekan olarak bir güzellik merkezini seçerdim. Kadınların daha çok kadın oldukları, komplekslerinden arındıkları, kısa süre de olsa kontrolü başkasına devretmenin keyfini yaşadıkları eşsiz mekanlardır oralar.

Caramel bir güzellik salonundaki çalışan veya müşteri bir kaç kadının, çaresizliklerini ve zayıflıklarını, konu olan bir film. Problemleri bir fön fırçasıyla, bir ağdayla, bir makyaj ve manikür setiyle düzelecek cinsten değil ama  filmde çoğu kadın bu yöntemlere girişiyor. Bu filme bir kadın filmi olma özelliği katıyor pek tabi ama ben daha ziyade bu filmin erkek izleyiciler için "kadın dünyasına ve o muhteşem zaaflarına" nispeten tanıklık etme imkanı sunması açısından  erkeklerin de izlemesi gereken bir film olma özelliği taşıdığını düşünüyorum.

Başta da söylediğim gibi  Caramel, Beyrut'da güzellik solundaki bir kaç sıradan kadının, kimi sıradan, kimi sıradan olmayan, kimi evrensel kadın sorunlarını anlatan,  dönemin Lübnan'nında yaşanan siyasi ve sosyal olaylara da kalından eleştirisel  bakış fırlatan  bir film.

Güzellik salonunun işletmecisi,  ortadoğunun Monica Bellucci'si olmaya aday dişilikte bir  kadın olan Layale evli bir erkeğe aşıktır. İkinci kadın olma fikri onun en büyük problemi gibi gözükür.

Salonun çalışanlarından biri olan Nisrine ise müslüman bir kadındır ve evlenmek üzere olduğu, ondan daha muhafazakar gibi  gözüken  erkek arkadaşına bakire olmadığı gerçeğini nasıl söyleyeceğini düşünüyordur.

Diğer çalışanlardan bir olan Rima ise çalıştığı yere inat son derece itinasız, özensiz, anti dişi gözüken,   üzerindeki psikolojik  baskıya öyle gözüküyor aldırış etmeyen, fakat yine de, yaşadığı toplumda öteki olmanın da ceremesini çekmek zorunda kalan genç bir kadındır.




Jamale Tarabay belki de en renkli kadınlardan biri  ama o da kadın olmanın nasibini almıştır bir kere. Abartılı makyajıyla biraz daha dişi gözükebileceğini düşünen,  uzun süredir ufak tefek oyuncu seçmelerine katılan fakat olumlu bir  sonuç alamayan, kısacası durup durup umutlanıp, çok geçmeden umutları sönen, fakat yine de direnmekten vazgeçmeyen bir kadındır.

Ve yaşlı, akıl sağlığı yerinde olmayan annesine bakarak ve geçimini terzilik yaparak sağlayan, hayata tutunma  mücadelesi veren, kadınlığını çok önceden ötelemiş gibi gözüken Rose...

Tüm bu kadınların ortak noktası çaresiz olmaları. Kimi içinde bulunduğu çaresizlikten kurtulmak için çözüm yolları ararken, kimi de içinde bulunduğu durumu kanıksamış gözüküyor.

Caramel kadınsal bir çok zaafın altını çizen ama bunu bir ders edasıyla vermeyen aksine  bu zaafların sıradanlığının altını çizen bir film.

Aşk, dostluk, sevgi, sadakat, arkadaşlık, dayanışma, gibi güzel duyguların yanında , zaaf, kompleks, çaresizlik, endişe, kıskançlık gibi sadece kadına özgü olmayan tüm insani duyguları da bir arada görme imkanı veren,  tıpkı ismiyle müsemma bir film Caramel. İzleyende güzel hisler uyandıracak, sıcak, doğal, samimi sıfatlarıyla pekala nitelendirilebilecek bir film de aynı zamanda. Onun ötesinde de başkaca bir ideası yokmuş  gibi gözüken bir yapım Caramel.

9/10

3 Maymun ~ Three Monkeys 2008



0 yorum
3maymun

Tür : Dram
Gösterim Tarihi : 24 Ekim 2008
Yönetmen : Nuri Bilge Ceylan
Senaryo : Nuri Bilge Ceylan , Ebru Ceylan
Görüntü Yönetmeni : Gökhan Tiryaki
Yapım : 2008, Türkiye / Fransa / İtalya , 109 dk.
Oyuncular
Hatice Aslan (Hacer) , Yavuz Bingöl (Eyüp) , Ercan Kesal (Servet) , Rıfat Sungar (İsmail)


Kaçınılmaz ne zamana kadar kaçınıla bilinir ?

Elif  Şafak en sevdiğim kitaplarından biri olan Mahrem'i tanımlarken, görmeye ve  görülmeye dair bir kitap olarak tanımlamıştı. 3 Maymun da" görmememe" ve "görülmemeye" dair bir film işte.

3 Maymun, Nuri Bilge Caylan filmografisinde, diğer filmlerine nispeten daha derli toplu, başı sonu olan bir hikayenin filmi. Yönetmen öyle gözüküyor ki daha önceki filmlerine göre daha farklı bir anlatım biçimi denemek ya da geliştirmek istemiş. Onun filmlerini yakından takip edenler bu ayrımı çok net görmüştür eminim. Ve yine Nuri Bilge Ceylan'nın daha ziyade popüler kültüre yakın isimleri, sinemada alışık olmadığımız yüzleri tercih etmesi az da olsa, çok daha fazla insan tarafından "izlenebilme" arzusunun bir ürünü -ya da kaygısının mı demeliyim ?- olabilir. Bu bir yönetmen için çok haklı bir kaygı belki bilemiyorum. Zaten işin o tarafı beni çok da enterese etmiyor. Ben bir izleyici şımarıklığıyla çıkan sonuca bakarım.

3 maymun

Sonuçtan önce gelişmeye baktığımda başta da dediğim gibi farklı bir hüviyette çıkıyor yönetmen karşımıza. Hem anlatım şekli hem de anlatılan konu açısından...Başta Nuri Bilge Ceylan filmin her karesine ayrı bir fotoğraf karesiymişçesine itina göstermiş. Renklerin ve doğanın diliyle karakterlerin halet-i ruhiyelerini konuşturmuş adeta. ( Filmin son sahnesinde özellikle o gök gürültüsü, koca rolünde izlediğimiz Yavuz Bingöl'ün atması kaçınılmaz  çığlığın ta kendisiydi bana göre)

Ve fantastik dünya yolculuk...Yalnızca en sıkıntılı günlerinde"  baba ve ağabeye görünen ya da onların gördüğü evin ölen küçük çocuğu, filmde  tam olarak neye işaret ediyor çok da anlamasam da, bu gelişmeyi  Nuri Bilge Caylan sinemasının yeni çehresinin bir ürünü olarak gördüğümü belirtmek isterim.

Filmden bir ayrıntı; Polifonik müzik çalma özelliğine sahip olmayan bir telefona yapılan polifonik telefon muamelesini göz ardı edebilirim sanırım.

Ayrıca bu film çok sevdiğim bir replik de olan ; Gözlerimizi kapattığımızda dünya yok olmuyor öyle değil mi ? repliğini de akıllara getirmiyor değil.


8/10

Spring, Summer, Fall, Winter… And Spring ~ İlkbahar, Yaz, Sonbahar,Kış...Ve ilkbahar 2003



1 yorum



Yapım:2003 ~ Almanya, GüneyKore
Tür:Dram
Yönetmen:Kim Ki-Duk
Yapımcı:Seung-jae Lee
Görüntü Yönetmeni:Dong-hyeon Baek
Müzik:Dong-hyeon Baek
Süre:1 saat 44 dk

Oyuncular:
Yeong-su Oh, Ki-duk Kim, Young-min Kim , Jae-kyeong Seo

İnsan yaşamıyla doğanın kendi içindeki döngüsünün aynı şekilde seyrettiği fikriyle yola çıkmış bir film.

İnsan ömrünün de tıpkı mevsimler gibi belli aralıklarla, farklı çehrelere bürünüp, sonra yine dönüp başladığı yere geldiğini, doğayla senkronize bir şekilde seyretme fırsatı buluyoruz.

Hikaye bir gölün ortasındaki tapınakta yaşayan Budist öğretici ve genç öğrencisi arasında geçiyor. Ve yine adında da anlaşılacağı üzere hikaye beş bölüme ayrılmış. Şöyle ki ;
İlkbahar tüm ihtişamıyla arz-ı endam ediyor. Doğa tazecik, insan yaşamının ilk yılları gibi tıpkı. Ağaçlar yaş... eğilmesi kolay... yine insan yaşamının ilk yılları gibi, her şey günlük gülistanlık. Henüz hayat evresinin ilk aşamasında olan küçük çocuk, doğayı tanımaya çalışmaktadır. Filme göre doğayı tanımak zaten kendini tanımaya denk geldiği için, burada yaşlı budistin en etkili öğretme araçlarından biri de bizzat doğanın kendisi olur.


Yaşlı bilgeden  unutulmayacak bir ders;
Henüz  5-6 yaşlarındaki genç budist adayı, çevresinde bulunan, yılan, kurbağa, balık gibi güç kullanabildiği hayvanların gövdelerine ip yardımıyla taş bağlayarak, zavallı hayvanların hareket kabiliyetlerini azaltmaya yönelik çocukça bir oyun oynar. Masum gibi gözüken bu  "işkence oyunu"  ustası tarafından sessizce izlenir. Sabah kalktığında çocuk beline bağlanmış devasa bir taşla uyanır. Ustası geçen gün eziyet ettiği hayvanları bulup onları tekrar eski haline getirmeden, belindeki ipi çözmeyeceğini söyler. Kendini kötülük yaptığın kişinin yerine koyma başka bir değişle, empati kurma yeteneğini geliştirmeye yönelik bu öğretiyi kelimeler yardımıyla öğretemezdi sanırım.
Ve yaz tüm ihtişamıyla göz kırpıyor. Yazın da kanı insan gibi deli akıyor. Artık daha bir kendinden emin. ilkbahar dönemini, acemilik dönemini atlatmış, başka heyecanlar peşinde. Tıpkı artık genç olan budist adayı gibi. Tapınağa gelen bir kadına aşık olması tüm dengesini dağıtacak ve her şeyi altüst edecektir. Ustasının ''Şehvet, sahiplenmeyi doğurur.  Sahiplenme de öldürme duygusunu doğurur.'' uyarıları da artık fayda etmeyecektir.

Sonbahar içe dönme zamanı. Gidenler ve kalanların tartıldığı, aklın başa geldiği, daha çok içe dönüldüğü, bazı heves ve güzelliklerin geçici olduğunun anlaşıldığı, toparlanmanın ve silkelenmenin, kuruyan yaprakları dökmenin zamanın geldiği Sonbahar. Büyük bir pişmanlık ve suçla bir yaz günü terkettiği tapınağına bir sonbahar günü geri dönen ve  artık arınmaya ihtiyacı olan büyümüş bir adamdır o artık.
Kış her şeyin bir sonun olduğunu anladığımız, bazı hevesleri çok ama çok geride bıraktığımız, doğanın kendisi gibi daha çok içime döndüğümüz, dış dünyaya üstümüzü örttüğümüz Kış. Artık ölen ustasının yerine geçme zamanıdır.

... ve yine ilkbahar taşı artık kendi beline  kendisi bağlayacaktır.

Filmde her mevsiminin kapısını açan temsili bir tahta kapı vardı. Yanılmıyorsam kapı dıştan içeri doğru açılıyordu. Bunun filmin felsefesi açısından  önemli bir noktayı işaret ettiğini düşünüyorum. Belki de sadece önemsiz bir ayrıntı bilemiyorum.

Ki-duk Kim'in Bin Jip'den sonra izlediğim bu ikinci filmi. Bin Jip gibi bu filmi de çok beğendim. Görsel anlamda da bir mevsimlerin arz-ı endamı niteliğinde. İnsanın o dinginliğe o sessizliğe ihtiyaç duyacağı  bir evresi olacaktır. Ben de sanırım yazla sonbahar arası bir evredeyim. : )

8/10

Elephant ~ Fil 2003 / Soğukkanlı bir Fil'm



0 yorum
elephant



Filmin Adı : Elephant
Yönetmen : Gus Van Sant
Senaryo : Gus Van Sant


Filmin Türü : Drama, Suç
Orjinal Adı : Elephant
Yapımcı : HBO Films
Yapım Yılı : 2003
Ülke : ABD
Orjinal Dili : İngilizce, Almanca
Oyuncular :
Alex Frost, Eric Deulen, John Robinson, Elias McConnell, Jordan Taylor

Aldığı Önemli Ödüller:2003 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve En iyi Yönetmen ödülü

Bağımsız Amerikan filmi izlemeyeli epey olmuş. Bu filmi izleyince Hollywood filmlerindeki mekanik anlatım şeklini,standardizasyonu görme ve biraz olsun iki tarzın arasında  kıyaslama yapma imkanı buldum.

Sıradan bir gün, yaklaşık 10 dakika içinde  nasıl dehşet verici bir güne dönüşürün hikayesi...

Gus Van Sant kamerasıyla, izleyiciyi kıskandıracak kadar-en azından türk seyircisini-sakin, temiz, ferah, iyi imkanlara sahip gözüken Columbine Lisesi'nde dolanıyor. Öyle ki bazen bir öğrencinin ardından koridor boyunca  yaklaşık on dakika yürüyoruz.  Okulda her şey günlük gülistanlık gözüküyor. Yönetmenin kadrajı için seçtiği kişiler muhtemelen dün de yaptıkları şeyi bugün yine tekrarlıyorlar. Yönetmen uzun süre "Bakın burada her şey yolunda gidiyor öğle değil mi? Ama birazdan olacaklara inanamayacaksınız. İzleyin ve görün"ü gösterirken kamerasını çok geçmeden, Hollywood filmlerindeki okulların her bir sınıfında en az bir tane bulunması gereken anti sosyal/çevreyle iletişim kuramayan bir öğrenciye çeviriyor. Sonra onu evine gidip nasıl yaşadığına bakıyoruz. Onu arkadaşıyla beraber kah bir nazi belgeseli seyrederken, kah piyano çalarken, kah internetten silah modelleri bakarken görüyoruz. Sonrasını tahmin etmek çok zor değil.


İnsanın içinde zaten var olan şiddet duygusunun  kolay su yüzüne çıkması için elinden geleni ardına koymayan dünya düzeni, firesini masum canlarla veriyor kimi zaman. Son zamanlarda Avrupa'da ve Amerika'da  okullarda meydana gelen dehşet verici olayları izlediğimden çok farklı bir şey izlemedim bu filmde de. Bu yönüyle gerçeklik duygusunu hiç  kaybetmeden izlediğim bir film oldu Elephant.

Yalnız takıldığım bazı noktalar da olmadı değil. Başta bu kadar soğukkanlılık yapılan bir şiddet eğiliminin normalde filmde yaratması gereken panik çok azdı. Sıradan bir gününün sonunda yaşanan vahşet dolu dakikalar yine sıradan gösterilmiş.Ve final... Bu film de herhangi bir finali olmayan filmlerden. O yüzden filmi izlerken kendinizi bir finalin olmayacağına hazırlarsanız iyi edersiniz


8/10

Let the Right One In ~ Gir Kanıma (2008) / Özgün bir vampir filmi



8 yorum
girkanimafis


Tür : Korku / Fantastik / Romantik / Gizem
Yönetmen : Tomas Alfredson
Senaryo : John Ajvide Lindqvist , John Ajvide Lindqvist (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Hoyte Van Hoytema
Müzik : Johan Söderqvist
Yapım : 2008, İsveç , 114 dk.

Oyuncular

Kåre Hedebrant (Oskar) , Lina Leandersson (Eli) , Per Ragnar (Håkan) , Henrik Dahl (Erik) , Karin Bergquist (Yvonne)



Aldığı Çeşitli Ödüller

2008 Boston Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Yabancı Film • 2008 Chicago Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Yabancı Film, Umut Veren Yönetmen2008 Florida Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Yabancı Film• 2009 Kansas City Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Yabancı Film•2008 Göteborg FF; İskandinav Film Ödülü-En İyi Film• 2008 Neuchatel UFFF; En İyi Avrupa Fantastik Filmi • 2008 Toronto Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Yabancı Film • 2008 Tribeca FF; En İyi Uzun Film • 2008 Washington DC Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri; En İyi Yabancı Film • 2008 Woodstock FF; Seyirci Ödülü - Uzun Film



Bu yıl ki İstanbul Film Festivali'ni de bu filme an itibariyle açmış bulunuyorum. Festivalin programına bakarken dikkatimi çeken bir yapımdı  bu film, gerek aldığı ödüller, gerek hakkındaki övgü dolu sözler hasebiyle açılışı bu filmle yapmanın isabetli olacağını düşündüm.


gir-kanima

Gir Kanıma modern bir vampir filmi olarak nitelendirilebilir. İlgi çekiciliği de özgünlüğünden kaynaklanıyor. Bir yandan sanatsal bir film niteliğindeyken, beri yandan da bana göre artık klişe bir hikaye  dönüşen, fakat öyle görünüyor ki inandırıcılığından ve çekiciliğinden pek bir şey kaybetmeyen "vampir" filmi niteliğinde.

Küçük Oscar o Hollywood filmlerinde de sıklıkla rastlayabileceğimiz, anti sosyal, daha çok kendi başına takılan  hatta sık sık hayali "düşmanlarıyla" konuşan, ilginç cinayet hikayelerine merakı olan hatta bu konularla ilgili gazete kupürlerinden oluşan bir koleksiyon yapan, boşanmış bir ailenin tek çocuğudur. Bir gece apartmanlarına yaşı geçkin bir adam ve beraberinde küçük bir kız taşınır ve  yaşıtı olan bu bu kızla kısa zamanda arkadaş olurlar. Fakat Eli adındaki bu küçük kız, Oscar'ın tanıdığı kızlara hiç benzememektedir. Sadece geceleri dışarı çıkan Eli, Stockholm'un dondurucu soğuğuna rağmen hiç üşümemektedir. Aralarında başlayan garip arkadaşlık zamanla Eli hakkındaki garip gerçeği de  su yüzüne çıkarır. Yakın zamanda meydana gelen esrarengiz cinayetlerin nedeni de bu şekilde anlaşılmış olur.

Let The Right one In, izlenebilmek en iyi vampir konulu filmlerden biri. Fantastik bir dünyanın kapılarını bize sonuna kadar açtığı gibi, vampir filmlerinde pek de rastlanması mümkün olmayan bir romantizmle duygu dünyamızı da es geçmiyor.

8/10

Vals Im Bashir ~ Beşir'le Vals 2008 / Biz kimi vuruyorduk ?



0 yorum
WWB Poster intl.indd



Yönetmen :Ari Folman
Senaryo: Ari Folman
Tür: Animasyon / Biyografi / Dram / Sava?
Müzik: Max Richter
Yapim: İsrail / Almanya / Fransa / ABD
Süre :90 Dk.




Vals Im Bashir, baştan aşağı taraflı bir savaş filmi fakat haklı olanın tarafında...


Altın Küre'de  Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü aldığında, Oscar almasına da kesin gözüyle bakılıyordu ama ödülü japonya kapmıştı. Filmi izledikten sonra akademinin bu filmi neden ödülle taçlandırmadığını  anlamam uzun sürmedi.

valsimbashir2

Vals Im Bashir, her ne kadar bir "Günah Çıkarma" filmi diye nitelendirilse de, bana göre onun ötesinde, daha insani bir hassasiyetle yaklaşılmış, vicdani ve ahlaki açıdan bir öz eleştiri filmi hüviyetinde.

Ari Folman geçmişte Lübnan'nın Sabra ve Satilla cephelerinde israil Ordusu adına savaşan bir askerdi. Bir gece eski askerlik arkadaşının savaşla ilintili olduğunu düşündüğü; her gece rüyasında 26 köpek tarafından kovalandığını gördüğünü anlattığında, Ari de kendisinin de  savaş bittiğinden bu yana sürekli gördüğü, savaş dönemine ait bir rüyası olduğunu anlatır. Fakat savaş dönemine ait gördüğü an'ı gerçekten yaşayıp yaşamadığını bir türlü hatırlamamaktadır. Bu durumu uzun yıllar çok ciddiye almamış gibi gözüken Ari, gördüğünün geçmiş yaşamına dair bir ilişkisi olduğunu düşünmeye başlar ve bu konuyla ilgili profesyonel bir yardım alır. Doktoru ona; kişinin geçmişe dair kötü hatıralarını, beyninin en ücra köşesine itip, onları yok sayma eğiliminde olabileceği temasını içeren bir açıklama yapar. Durum anlaşılmıştır...Artık bundan sonra Ari yapılacak şey, geçmişine tanıklık eden, şimdi her biri farklı meslekler icra eden eski cephe arkadaşlarını bulup, onlarla hafızasını biraz olsun tazelemektir. Tabi en önemlisi de, sürekli gördüğü o dehşet verici anı,  gerçeklikle ne kadar alakası olduğunu bulmaktır. Zaten hikayemizde bundan sonra başlar. Aranılıp bulunan arkadaşların her birinin kendi gözünden savaş anılarını anlatmasıyla bir bir insanlık dramına tanıklık etmeye başlıyoruz. Tarihe tanıklık etmeye başlıyoruz demiyorum çünkü bir savaş tarihine tanıklık etmekten çok insanı bir drama, savaş  ve insan arasındaki o çelişikli durumun yarattığı abukluğa tanıklık ediyoruz. O yüzden bu film daha çok birey ve onun vicdanına inebilen  bir film.

new_new_valsimbashir12

Bu bağlamda filmin beni en çok vuran ve belki de filmi bir nispeten özetleyen şu diyalog geliyor aklıma ;

Tankın üzerinde, hedef seçmeden boş arazi üzerine deli gibi ateş eden iki askerler arasındaki diyalog şöyleydi;

- Niçin ateş ediyoruz?

+Bilmiyorum. Sadece ateş et !

-Dua etsek olmaz mı?

+ O zaman dua ederek ateş et !

(Hatırladığım diyalog bu)

Savaşı anlatan bir filmi benim gibi kan görmeye dayanamayan biri için animasyon tarzında izlemek daha rahatlatıcıydı. Tabi anlatımın kuvvetliliği ve gelişmiş animasyon tekniği sayesinde, yaşanılan vahşet gerçek görüntüler gibi sarsıcılığından pek bir şey kaybetmemişti.

Vals Im Bashir'i izledikten sonra kendime cevabını bildiğim şu soruyu sordum. Acaba ülkesine karşı böylesine öz eleştiri yapabilen baba yiğit bir  yönetmene tanıklık edebilecek  mi bu ülke. Hoş çıksa da eminim 300'le başlayan tüm suçlardan yargılanır bir de o da yetmiyormuş gibi, ömür boyunca da vatan haini damgasını yer.


9/10
newer post older post