Bir akşamdı, kafes delikleri mavi...



0 yorum

Ah Meliha yaşamak istiyor ama nasıl?

-Yaşamak değişmektir.

-Saadet bir faraziyedir.

-Biz mahkumuz: Sevişmeye ve birbirimizi yemeye...Tarih bunun hikayesidir. İki insan, hele kadın ve erkek, birbirinin ebedi dostu ve düşmanıdır. Daima sevişecek ve didişeceklerdir. Aşk, erkekle kadın arasındaki harpte, iki tarafın yorgunluğundan gelen ve yine kavga ile biten muvakkat bir mütarekeden başka bir şey değildir: Dostluk ve öteki sevgiler gibi...

-Hastalanmadığını farzet. Saadet bir faraziyedir.
+Hayır bu kendini aldatmaktır.
-Saadet kendini aldatmaktır.

-Artık Meliha aldanamaz, artık hakikatin üstünde yırtılan perdeyi yamayamaz.

- Her ölü büyük bir şahsiyettir.

-Kamil'in hissedişine göre kadınlar için zevk aldatmaktır ve aldatmaktan şikayet etmek de zevkdir.

-Takvim yapraklarının hayat vakalarıyla riyazi bir alakası yoktur.

- Bir şey daha anlamıştı ki, bu kelebek tutulduğu anda bütün lezzetler kaybolur, bütün vehimler silinir ve dünyevi tadların rengarenk bulutları arasında korkunç bir şey görünür: Boşluk. Derin bir can sıkıntısı ruhu kaplar. Can sıkıntısı, asrın hastalığı.

-Hayatımda bu tecrübenin eksik oluşuna tahammül edemedim.

-İzdivaç kadın ve erkeğin arasındaki harpte cemiyetin hakemliğini kabul etmektir.

-Her saadette eksik bir şey vardır.

-Oh... İnanmak ne tatlı şey!..

-Ah...Yalnız kadınlar için bir peygamber lazımdır.

Peyami Safa / Bir Akşamdı

Filmin Apaçıklığı: ABBAS KİYARÜSTEMİ



0 yorum

Fransız Filozof Jean-Luc Nancy'nin 25 Eylül 2000 tarihinde gerçekleştirdiği söyleşi ve Jean-Luc Nancy'nin Kiyarüstemi Sineması'a dair incelemelerinin ve bir de söyleşinin olduğu harika bir kitap. Kitaptan sizin de okumaktan zevk alacağınızı düşünüğüm bölümleri derledim.

Jean-Luc Nancy'nin  Kiyarüstemi Sineması üzerine...

Kıyarüstemi genellikle beyazperdeyi ve kuşkusuz onunla birlikte filmi de birden bire bir uzam ya da dünya üzerindeki bir delik olarak vazeder. Sinema her şeyden önce ve temelde gözleri açmak için buradadır. Sinema tam da bu dünyayı var olduğu haliyle, yani gerçek üzerine bakışın her türden görüşün, öngörünün ve falcılığın yerini kesin olarak aldığı bir dünya olarak yapılandırmaya katkıda bulunmuştur.

Yakın Plan'daki (Nema-yı Nezdik) karakter ıstırap içindeki bir yaşam ifadesinin gerçekliği olarak değerlendirdiği şeye, taklit sayesinde ulaşmak için ünlü bir yönetmenin kimliğini gasp eder. Filmin sesi de  bununla birlikte kesintili hale gelmekte, gösterilen imgeler, trafiğin yoğunluğu ve dikiz aynalarındaki parıltı ya da yansımalarla dolu ön cam görüntüleri içinde kaybolmakta ve boğulmaktadır. Bununla birlikte şunu işitiriz: "Şimdi her şeyi anlıyorum" ve renkleri kasten öyle seçilmiş bir demet kırmızı çiçek, gürültülü sokağın mavi-gri imgesinden ayrılarak belirgin bir biçimde göze çarpar, tam da sinemanın göstergesine benzeyen bir buket: sıradan kargaşanın ortasında bir bakışın çiçek açması.


Kiyarüstemi her yerde imgelerin ve işaretlerin yerine bakışı ikame etmektedir.


Zeytinlikler Altında'da, (Zire Darakhatan Zeyton) fotoğrafı bir şekilde Tahire'den yani rol için seçilen genç kızdan çalmak gerekir, sahnelemeyi mümkün kılan şey de budur: şu elbiseyi giymesine izin vermemek, onu kalkmaya zorlamak, film çevirmenin bütün yükümlülüklerine boyun eğdirmek gerekir; üstelik, filmin içinde çevrilen kurmacada genç eşinin taleplerine boyun eğiyormuş gibi gösterilmektedir. Gördüğümüz filmin kurmacasında ise aslında onun sevgisini bekleyen, boyun eğen kişi eşidir. Kurmacaların bu birbiri içine geçişinin, beklentimizi bilemekten; bakışımızı Tahire'nin hakikati olan, Tahire hakkındaki hakikat değil, ama Tahire'den elde edilebilen ve elde edilmesi gereken hakikat olan şu gerçeğe doğru yöneltmekten başka bir işlevi yoktur.


Kirazın Tadı'nda, (Ta'm e guilass) doğal tarih müzesi öğrencilerini,  görmüyoruz ama öğretmenlerinin onlara ölü bir kuşun nasıl dolduracağını öğrettiğini işitiyoruz: doldurmayı, yani bir yaşam taklidi içinde ölümden korkmayı; ölümün ve yaşamın, ne karşıtlık ne de diyalektikten oluşan, fakat karşılıklı gebelik ya da birbiri içine işlemeden oluşan ilişkisi. Her biri diğeri içindir ve diğerindedir. Yaşam hiçbir yere giderek ve daima ölümden geçerek, çetrefilli yoluna uygun olarak, bitmez tükenmez zikzaklar ve iniş çıkışlarla devam eder ve yaşam "yaşamdan başka hiçbir şey" değildir. Ve de ölüm gizli, anlaşılmaz kabullenilmez olarak kalacaktır.


Bakış bir göz önüne almadır, bundan ötürü de bir saygıdır. Bakmak sonuçta gerçeği düşünmekten, hükmedemediğimiz bir anlamı tecrübe etmeye koyulmaktan başka bir şey değildir.


Kiyarüstemi'nin perdesi bir fablın ya da bir gösterimin gerçekleştirildiği bir tiyatrodan ziyade, içinde imgelerin kaydırıldığı bir yive, hani derler ya, çerçevelemedeki bir kağıt çerçeveye ya da vaktiyle sabit resimlere yönelik projeksiyon cihazlarından bahsedildiğindeki gibi bir saydam resim değiştiriciye benzer.

Kiyarüstemi'nin sineması bir metafizik düşünüştür. 


Sinemayla Platon'un mağarası arasında bir çok defa yapılmış karşılaştırma yerinde değildi: mağaranın fonu açıkça dünyanın dışına tanıklık etmektedir. Ve bildiğimiz imgelerin değerden düşmesi ya da "ide" adını taşıyan daha yüksek daha saf imgeleri hesaba katma gerekliliği, tam da bu noktadan itibaren doğmaktadır. Sinema ise aksine şöyle bir iş görür: dışarıyı yansıtmaz, ama içeriyi kendi üzerine açar. Perdedeki imge idenin kendisidir.


Abbas Kiyarüstemi ile Jean-Luc Nancy arasındaki söyleşiden...




Jean-Luc Nancy: Hayat Devam Ediyor (Zendegi va Digar Hich) filmin merkezinde duvarda aslı pipolu yaşlı bir adam portresi var. Bu bir fotoğraf mıdır yoksa resmin bir fotoğrafı mdır?

 Abbas Kiyarüstemi: Bunu sembolik nedenlerden dolayı bizzat yaptım. O resmi bir köydeki kahvehaneden satın aldım. Benim için o imge filmin anlamına çok yakındır. Yer sarsıntısının ardından, bu köylü her şeyini kaybetmiştir. Öyle sanıyorum ki bu imge köylü yaşamı hakkındaki bir sosyoloji kitabı gibi bir çok soruya anlam katabilir ve cevap verebilir. Çünkü bu, bir İran köylüsünün düşlerinin doruk noktasını temsil eden sembolik bir imgedir.

Bir fotoğrafın, bir resmin bir filmden daha değerli olduğunu düşündüğüm oluyor. Bir resmin gizemi mühürlü kalır, çünkü sesi yoktur. etrafında hiçbir şey yoktur. Bir fotoğraf bir hikaye anlatmaz, dolayısıyla da fotoğraf daima dönüşüm halindedir, kuşkusuz fotoğrafın ömrü bir filminkinden daha uzundur.

Hiçbir şey söylenmediği zaman, sanki bir çok şey söylenmiş gibidir.

 Jean-Luc Nancy: Siz her şeyi, hikayeyi neredeyse, ortadan kaldırmak için yapıyorsunuz. Olsa olsa bir hikaye iması var, asla gerçekten bir hikaye yok. Kirazın Tadı'ndaki imge de sinemaya akseder ve her halükarda bu imgenin mezarın içinde olan bir gözden mi, mezarın içinde olmayan bir gözden mi, nerden geldiği bilinmemektedir. Genelde filmlerin sonu bizi bir tür imgeye, sabit imge türünden bir şeye ulaştırır.

Abbas Kiyarüstemi: Bir imgenin hatırlatma gücüne, seyirciye verdiği imgeye derin bir biçimde katılma ve onun hakkında kendi yorumunu yapma imkanına git gide daha fazla ikna oldum. Oysa ki hareketin olduğu planlarda konsantrasyon azalır. seyircinin dikkati canlı kalmaz. Tıpkı bir yolculuğa çıktığı zaman olduğu gibi. Bir gar salonunun içinden geçerken yüzlerce insanla karşılaşırım fakat hatırlayacağım tek kişi karşımda oturan ve gerekli zaman boyunca gözlerimi kendisine sabitlediğim yolcudur. Şimdi onun hareketsizliği ona bir resim gibi gözlerimi sabitlememi mümkün kılmaktadır. Böylece yorumlama yeteneğim harekete geçer. Bir manzaraya bakan hareketsiz bir manzara gibidir bu: bir melankoli anındayızdır, bu zaman sayesinde karşıda bulunan tek bir ağaca gözlerimizi sabitliyoruz. Bu ağaç bir kişiyle aynı şeyi yapıyor. Ve sen o ağacı dünyanın tüm ağaçlarına değişmeyeceğini düşünüyorsun. Bu ağaç sana kesin bir şey vaat ediyor. Onunla randevun var. Sen ona gidiyorsun ve o da kendini sana bırakıyor.

Bana öyle geliyor ki sabit şeyler duygularımızı harekete geçirme gücü taşıyor. 


 Jean-Luc Nancy: Belki de zaten fotoğrafın ne olduğunu keşfetmek için sinema gerekir; fotoğrafın gelmesi, fotoğrafın ortada öylece kalmaması için sinema gerekir.

 Abbas Kiyarüstemi: Yeni bir sinemayı düşünmenin tek yolu seyircinin rolünü daha fazla hesaba katmaktır. Seyircinin müdahil olması ve boşlukları, eksikleri doldurması için tamamlanmamış ve bitirilmemiş bir sinema tasavvur etmek gerekir. Seyirciler kendi bakış açılarını savunabilmek amacıyla bir şeyler eklerler ve bu eylem filmin apaçıklığının bir parçası olur. Böylelikle filmin boş bırakılan, zayıf yerleri en güçlü yerlerine dönüşür.



 Jean-Luc Nancy: Amerika'da çok bilinen bir resim olan Wyeth'in Christina's World (Chiristina'nın Dünyası) resmi çayıra uzanmış, yalnızca sırtını gördüğümüz bir kadını tasvir eder. Arkadan görülen bir bakış her zaman bakışımızı o bakışın içine girmeye çağırır. Benim bakışım bu kadının bakışı haline gelir.

 Abbas Kiyarüstemi: Yönetmen ya da fotoğrafçı olarak, insanlara hizmet ediyoruz ve aynı zamanda onları aldatıyoruz. Neredeyse Tanrı'nın yerindeyiz: Onlar adına seçim yapıyoruz ve neleri seçmediğimizi söylemiyoruz. Sinema gösterir, ama bir o kadar da bakışı sınırlar.

Filmin Apaçıklığı: ABBAS KİYARÜSTEMİ
Söyleşi: Jean-Luc Nancy

Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi



0 yorum


Kahramanımız Raymon Carver şöhreti sönen bir aktördür. Kaybettiği prestiji yeniden kazanmak için Broadway'de bir oyun sahneye koymak ister. Raymon bu süreçte özel hayatı gibi oyununu eleştirmek için pusuda bekleyen eleştirmenlerle de mücadele edecektir. İşte Raymon'dın o eleştirmenlerden birine verdiği muhteşem ders.
 "Toy" bu bir yaftadır! "Sönük" bu da bir yafta! Yaftalardan geçilmiyor. Her şeyi yaftalayıp duruyorsun, aylaklık bu! Aylak kahpenin tekisin! Kafandaki tüm o küçük sesleri gerçek bilgiyle karıştırıyorsun. Burada tekniğe dair hiç bir şey yok! Planlamaya dair bir şey yok! Niyete dair bir şey yok! Daha da boktan mukayeselerle desteklenmiş. Bir avuç boktan görüş var sadece. Bir kaç paragraf bir şey yazmışsın ve bunlar için en ufak bir bedel ödemiyorsun. Hiç bir şeyini tehlikeye atmıyorsun. Hiç bir şeyi! Ben bi oyuncuyum. Bu oyuna her şeyimi koydum ben. Ne yap biliyor musun? Bu son derece kötü niyetli, yüreksiz, boktan eleştirilerini al ve bir tarafına sok!"

"Aslında" dedi Mustafa Mond, "Siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz" Aldous Huxley CESUR YENİ DÜNYA



0 yorum

       Aldous Huxley'nin bu ütopya gibi gözüken distopyasında mutlu insan projesini görüp dehşete kapılmamak mümkün değil. Bizzat kendim çizdiğim cümlelerden bir kaçı:

 "Kır çiçekleri ve manzara seyretmenin önemli bir kusuru var, bedavalar"

"Herhangi biriniz bir arzuyu fark etmekle onun tatmini arasında uzunca bir bekleyiş yaşamak zorunda kaldınız mı?"

"Herkes herkes içindir"

"İnsan mutluluk konusunda düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu!"

"Çünkü bizim dünyamız Othello'nunkiyle aynı değil. Çelik olmadan araba yaratamazsınız - aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar.
Refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok"

"Değişmek istemiyoruz. Her değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur."

"Şu ya da bu nedenle cemaat hayatına aykırı düşecek kadar bireyselliğinin farkına varmış bir sürü insan. Düzenden memnun olmayan, kendi bağımsız düşünceleri olan insanlar. Kısacası, biri olmayı başaran herkes. Size neredeyse imreniyorum."

"Evrensel mutluluk, çarkları sabit bir şekilde döndürür; gerçek ve güzellik bunu yapamaz."

"Bizim uygarlığımız, makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti"

"Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum. "Aslında" dedi Mustafa Mond, "siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz"

Aldous Huxley CESUR YENİ DÜNYA



"Uzun bir gece uykusunun olsa olsa iki hediyesi vardır: biri zindelik, öbürü unutuş." Sema Kaygusuz KARADUYGUN



0 yorum
          
           Bazı kitapların mevsimi, bazı mevsimlerin de kendine has duyguları var hiç şüphesiz. Sonbaharın duygusunun melankoli olduğunda ise hemfikiriz sanırım.. Karaduygun’un Anadolu’da melankoliğe denk düşen bir kelime olduğunu ise tıpkı Sema Kaygusuz gibi yıllar sonra keşfedecektim.. Güzel bir tesadüfle Eylül’de okuduğum “Karaduygun”, isminin yanı sıra hazan sarısı kapağıyla da sonbaharı hatırlatıyor üstelik..

               Sema Kaygusuz’un adını çokça işitmeme rağmen kaleminin bu denli etkileyici olduğunu henüz keşfettim. Kitap bittiğinde başka bir kitaba değil de yine onun kitaplarından birine başlama isteği oluştu bende. Kaleminin büyüsüne kapılmamda sahici dilinin etkisi oldukça fazla tabi..
Gelelim kitaba; bir hikaye kitabı olarak da düşünülebilir Karaduygun. Fakat anlatı olarak çıkmış Doğan Kitap’tan. Aslında “hikayelerle donatılmış anlatı” desek daha güzel bir ifade olur Karaduygun için. Yazarın derin insani duyuş ve duyarlılığıyla bezediği hikayelerinde gerçek ve kurmaca iç içe geçmiş.
               Kitabın anlatı olmasının en temel unsuru tanıdık bir ismin, yazarın yakın dostu, şair Birhan Keskin’in kitabın başkarakteri olması. Bu anlamda gerçeklikle ilişkisi oldukça güçlü Karaduygun’un. Fakat asla bir biyografi özelliği taşımıyor kitap. Sıfırı olmadığı için farklı anlamlar yüklediği roma rakamlarıyla ayırdığı bölümlerde, Birhan’ın peşine düştüğü sesleri çağrışımlarla hikayelere bağlamış Kaygusuz. Birhan’ın varlığından doğan ve birbirinden farklı ve bağımsız yedi hikaye ise eserin içeriksel sahasını oldukça genişletmiş.
               Sema Kaygusuz, uykusunu bile isteye böldüğü Birhan’ın uykusuzluğunu tasvir ederek başlıyor kitabına. “Gece demek uyku demek, unutuş demek”, ”oysaki Birhan’ı tanımlayan tek şey derin uykusuzluğudur”, “ tek başına temsilidir kitlesel bir uykusuzluğun”, “dışarıdaki şiddetin alışılmaya yüz tutmuş tok sesini ta yatağından duyuyordu” dediği Birhan aslında dünyanın tüm uğultularını işiten ve bu seslerin peşine düşen karaduygun insanların temsilidir.
          
          Kitaptaki sesler, metaforik bir ifade olarak anlaşılmalı.. Dünyanın bütün acıları ve şiddeti Birhan’ın kafasındaki tak tuk tak, dannga da dan dan seslerinin içinde beliriyor bir bakıma.. Birhan’ın temsil ettiği insanlara karşılık bir de İsmet Bey karakteri var kitapta. Birhan’ın duyduğu seslere “sizin duyduğunuzu ben duymuyorum” diyerek karşılık veren kayıtsız insanların temsili İsmet bey.
           Aslında birbirinden farklı ve bağımsız gibi gözüken hikayelerin hemen hepsi bu kayıtsızlığın farkındalık sahibi insanlar üzerinde yarattığı sıkıntıyı ve huzursuzluğu anlatıyor. Musa Anter’in anlatıldığı “Çağrılan Musa”, “Köpek Çağı”, “Adak”, “Musallat”, “Birkaç Kişi”, “İki Değişik Lokma” ve “Kelebek Düşmeden” adlı hikayelerin her biri okuyucu şaşırtmakla kalmıyor, aynı zamanda derin bir hiçlik duygusunun içine de alıyor.
            Ses ve gürültü, yazarın baştan sona terk etmediği sözcükleri. Sanki beş duyu gitmiş yalnız işitme duyusu ve sesler kalmış Kaygusuz’un dünyasında. Bir de sürekli ikiye bölünüp duran zaman.. Birhan’ın bir gecelik zamanından çağrışımlarla bambaşka zamanlara geçiyoruz sıkça. Bergson’un içsel zaman dediği “durée”yi hatırlattı bu bölümler bana. Dışsal zaman olan şimdiyi bırakıp içsel zamanın uçsuz bucaksız genişliğinde birçok farklı duygunun etki alanına girmiş oluyoruz böylece. Bir gecede olan olaylardan koca bir ömürlük duygu çıkıyor ortaya.. Çoğu kara duygu’lar.. “Çağrılan Musa” hikayesindeki “içini başka bir yerde bırakmış, uzaktan bakıyordu” gibi ifadelerden açık bir şekilde anlıyoruz bunu.
         “Adak” hikayesinde Viyana’lı Ruth’un kanserli yaprağı neden sakladığını öğrendiğimde ufak çaplı bir şaşkınlık yaşamadım değil. Adak hikayesinin ırkçılıkla ilgili düşündürten bölümleri üzerine ise çokça konuşulur..Dünyada iki türlü dışlamanın var olduğunu hatırlatmış bize yazar. Korkuyla dışlamakla nefretle dışlamak arasındaki farka değinmiş. “Göçmen bir doktora güven duymasa da yaprağı kanserinden ötürü seven birisinin içinden geçiyor dışlamak ve şefkat, aynı anda.” İşte tam da insana dair şeyi yakalamış oluyoruz bu ifadelerde. Kötülerin başka iyilerin başka olmadığını, insana dair bu kaba tasnifin ne kadar yanıltıcı olduğunu idrak ediyoruz bir daha. Bu anlamda “Adak” hikayesi kitabın en güzel hikayelerinden.
      Belki de bütün bunların sebebi varlıkları tanıma ve anlama zahmetine katlanmamak.. Yeterince insan tanımadan, yeterince hayata dokunmadan hüküm vermeye çalışmak. “Karşıdan bakmak ezbere bir şey. Pekala gözlerini kapatabilirsin“Denizleri birbirinden ayırt edemiyorsak, zihnimizle gördüğümüzü tenimizde bilmediğimiz için” diyor Kaygusuz.. Belki de bu yüzden fikirlerimiz ve bakışlarımız bir heykeli andırıyor, donuk ve kayıtsız..
    “Musallat” hikayesindeki garipliği ve sinir bozuculuğu tanımlayamıyorum niyeyse. Gülayşe denen kalaycı kadına tahammül edebilmek okuyucu için çok zor. Gerçekte kimdir Gülayşe bilmiyoruz, yazarın kimlik bocalamalarının yansıması olması kuvvetle muhtemel. Böyle bir hikaye gerçekte yaşanmamışsa bunu yazmak kimin aklına gelir ki diye sormadan edemedim. Aynı duyguyu “İki Değişik Lokma”da Zühal’in ve ruhunu bala kaptıran -evet bildiğimiz bal- Ezel’in garip ve sarsıcı hikayelerini okuduğumda da hissettim. Bugüne kadar okuduğum en değişik hikayeler arasına rahatça koyabilirim sanırım bu adını saydıklarımı.
       Kaygusuz’un hüzün ve keder sözcüklerinin sınıfsal ve ruhsal ayrımına değindiği bölümlerse sanırım bu kitabı şiddetle öneriyor olmamın en güçlü dayanağı. Neredeyse her cümlenin altını çizdiğim bölümlerde melankoliklerin aslında kimler olduğunu tanımlamış yazar. Yalnızca tespitler yapmaktan öteye geçip, kara safranın hükmünde yaşayan insanların kederli dünyalarını tüm çıplaklığıyla açmış okuyucuya. Özellikle bu bölümde kendisinin de bir karaduygun olduğunu hissettiriyor elbette.. Birbirinin yerine kullandığımız bu iki kavramı çok ince noktalardan ayırıp lügatımıza yerleştiriyor Kaygusuz. “Hüzünlülerin en büyük hayali, içsel dengeyi ve huzuru yakalamaktır, kederliler huzuru budalalıktan sayıp dünyayı değiştirmek isterler” derken amaçlarının bile farklı olduğunu hatırlatıyor ısrarla..
            Sema Kaygusuz hikayelerini kurarkenki yaklaşımını satır aralarında vermeyi seviyor gibi. Gerçeklikle kurmacanın iç içe geçmesini sevdiğini anlıyoruz böylece. “Belki de uydurduğum duyduğumu yarattı, duyduğum uydurduğumu” diyerek ele veriyor kendini. Yıllar önce kafasında yaratıp yazdığı Tacettin’i gerçekte görünce yaşadığı duygular ise neden yazmanın büyüsüne inandığını gösteriyor okuyucuya. “Eskiden canlı bir adam olan Tacettin, şimdi zihnimde gömütsüz bir hale gelmişti. Canlanmamış, benim alemimde tam tersine ölmüştü.”
      
          Satır aralarında insanı yazmaya mecbur eden şeye de değiniyor. “Yazıyoruz çünkü belirsizliğe katlanamadığımız için” diyerek en azından karaduygunlar için yazmanın bu dünyada bir gereklilik olduğunun altını çizmekten de geri durmuyor yazar..
Umarız yazmaya ara vermez..
En başta da dediğim gibi bazı kitapların mevsimi vardır..
Siz iyisi mi Karaduygun’u sonbahar bitmeden okuyun..
Sema Kaygusuz
"KARADUYGUN" 

Doğan Kitap Yayınları, 2012
120  sayfa




                                                                                                                               Yazar : Duygu Aksoy
Kaynak Dağ Medya

"Ben Mohamed Ali Keshavarz. Yönetmeni oynayan aktörüm." Abbas Kiarostami ZEYTİN AĞAÇLARI ALTINDA



0 yorum

          Abbas Kiyarüstemi tüm filmlerinde olduğu gibi bu filminde de yine yapacağını yapıyor ve bizi gerçek insanı ve onun kaygılarıya başbaşa bırakıp kalbimizi burkuyor.


"Eğer toprak sahibi toprak sahibiyle, zengin zenginle, cahil cahille evlenirse, hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Eğer okuyanlar cahillerle, zenginler fakirlerle, evsizler toprak sahipleriyle evlenirse çok daha iyi olur. Böylece herkes birbirine yardım etmiş olur. Bence en iyisi bu."


[Gökten yere kadar bütün işleri O düzenler] Secde 32/5 Krzysztof Kieslowski DEKALOOG (JEDEN)



0 yorum

[Gökten yere kadar bütün işleri O düzenler] Secde 32/5

      Polonya Sinemasının adını telaffuz etmekte biraz zorlandığımız yönetmeni Krzysztof Kieslowski son yirmi yılın en iyi filmleri arasında gösterilen üç renk ( Mavi, Beyaz, Kırmızı) üçlemesiyle tanınıyor olsa da, ben kendisini Dekalog serisiyle keşfettim. Dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olan yönetmenin usta sıfatını fazlasıyla hak ettiğini Dekalog serisini izlemeye başladığım şu günlerde geç de olsa görmüş oldum.  

       Madem öyle “usta” yönetmenin sinema tarihinin başyapıtlarından sayılacak üç renk üçlemesinden önce 1989 yılında Polonya televizyonu için 10 bölüm olarak çektiği tv serisi dekalogları için söyleyeceklerime başlayayım. İnsan olmaklığımızla yakından ilgili meseleleri (bunlara evrensel meseleler de diyoruz) özgün bir dille ve en güzeli dini metinlerden ilham alarak işlemesi sebebiyle kült olmayı fazlasıyla hak etmiş bir film dizisiyle karşı karşıyayız. Kült diyip de geçemeyiz tabiî ki. Mesela neden? Sorusunun cevabını vermeye çalışacağız naçizane. 

        Kieslowski dekaloglarında, ahlaki, felsefi ve metafizik meseleleri sinematografinin tüm inceliklerini kullanarak seyirciye mesaj verme derdi taşımadan, benimsediği inancı vaaz etmeyen bir üslupla aktarmayı başarabilmiş öncelikle. Genelde dini içerikli filmlerin handikabı olabilecek, o dinin mensubu olmayanı çoğu zaman mensubunu dahi irite eden bol mesaj verme kaygılı uslüp yok bir kere filmlerde. 55 dakikalık 10 kısa filmden oluşan Dekaloglarda her filmin konusu Tevrat’taki On Emir'den ilham alınarak belirlenmiş. Filmler kendi aralarında organik bir bütünlük sergiliyor olabilirler fakat her filmin kendine özgü konusu itibariyle tek tek ele alınıp üzerinde konuşulması gerektiği de âşikar.

        Bu yazıyı da konusu itibariyle diğerlerine tercih ettiğim serinin 1. filmi üzerine sesli düşünüp, beni ne denli etkilediğini anlatabilmek adına kaleme alıyorum. Birinci film, kader, Tanrı, ruh ve ölüm gibi düşünce tarihinin en kadim metafizik meselelerine bir çocuğun dünyasından bakış atan etkileyici bir film. Hz. Musa’ya indirilen On Emir’in ilkini (“Benden başka hiçbir Tanrı'ya Tapmayacaksın”) işleyen filmin adı, zamanında TRT'de yayınlandığında “kadere meydan okunmaz” şeklinde çevirilmiş. Burada, TRT'nin seçtiği ismin, filmin mesajı açısından çok daha isabetli olduğunu söylemeden edemeyeceğim. 

        Filmi tam da aklın çıkmazları, kader ve külli irade gibi meseleler üzerinden düşündüğüm sıralarda bir arkadaş tavsiyesi üzerine izledim. Konuştuğumuz mesele rasyonalizmin sınırları, çözümsüzlüğü, sezgi ve kalbin birer bilgi kaynağı olup olmadığı gibi konulardı. Yaşadığımız dünyayı ve ölüm sonrası hayatı aklın verileriyle açıklama fetişi üzerine koyu bir tartışma yaşadığımız muhabbet sırasında bu filmin konusuyla yakinen temas etmiş olduk farkında olmadan. Sonrasında da bulduğum ilk fırsatı değerlendirip filmi izledim. 

       Film, mütevekkil dindarlığı terk etmiş modern insanın -ki bu insan daha çok bilim ve tekniğin ürettiği ahlakı benimseyen, Tanrı’nın koyduğu yasalara teslimiyet duygusunu yitirmiş ve bu yasaların koruyucusu olmaktan çok kendini bir kural koyucu olarak tasarlayan insandır- yaşadığı ahlaki boşluğu ve kader meselesindeki çıkmazlarını ele alıyor. İnsanın hayatını nereye kadar planlayabileceği, bilim ve tekniğin ya da matematiğin kesinliğine güvenip güvenemeyeceği gibi soruların cevaplarını arayan film, bir çocuğun bilim adamı babası ve Tanrı’ya sevgiyle bağlanmış halasının düşünceleri etrafında gidip gelişini, kısacası hakikat arayışını konu alıyor. 

        Filmde Tanrıya inanmayan ve hesaplar yaparak ruhun dahi bilinmezliğini ortadan kaldırabileceğini düşünen baba ile, mütedeyyin, Tanrının sevgiden ibaret olduğunu ( tipik bir Katolik) ve ona güvenin esas olduğunu her hareketiyle hissettiren hala karakterleri ruhun iki gücünü (akıl ve kalp) temsil etmekte. Sahneler bu iki ruh gücü arasında gidip gelen konuşmalar âdeta. Özellikle çocuğun (Pavel) babasıyla ölüm ve ruh üzerine konuştuğu sahne defalarca izlenmelik. O yaşta bir çocuğun merakı ve aldığı cevaplarla karışan akıl dünyası, bir yandan da meylettiği hakikatin yönetmen tarafından incelikli bir şekilde aktarılması da gerçek bir ustalık. 

 Pavel, babasına “Ölüm nedir? diye sorar. Baba gayet pozitivist bir bakış açısıyla ölümü çeşitli sebeplere bağlar ve son tahlilde kalbin kan pompalamaması sonucu hareketin durması olarak tanımlar. Bunun üzerine çocuk “-Ruh peki? Hiç ruhtan bahsetmedin” diye karşılık verdiğinde babanın ruha inanmadığını ve bu inancın insanları sadece rahatlattığına inandığını öğreniriz. Sahnenin sonunda ise çocuk küçük bir köpeğin ölümünden ne derece etkilendiğini ifade eden şu vurucu cümleyi söyler:

      “Ölü bir köpek gördüm. Sonra neden böyle diye düşündüm. Bayan Piggy’nin Kermit’i ne kadar sürede yakaladığını çözmem ne işe yarar” 

       ( Burada filmin başında baba oğlun çözdükleri hız problemleri gelir akla.. )

       Filmin vurucu sahnelerinden bir diğeri ise; hala ve çocuğun Tanrı’nın varlığı üzerine konuştukları sahne. Tanrı var mıdır? diye soran çocuğa Halası -(sıkıca sarılıp) "Şu an ne hissediyorsun?" diye sorar. Halasına “-Seni çok sevdiğimi hissediyorum” diye karşılık veren çocuk, "İşte Tanrı budur" cevabını alır.   (Hala için Tipik Katolik demiştik sanırım ) 

        Filmi izleyen herkesin özellikle bu iki sahne hafızalarına kazınacaktır. Pozitivist bilimin ürettiği materyalist değerlerin içinde sıkışıp kalan insanın bir kalbi ve bir Tanrısı olduğunu derinden hissettirme çabaları bu iki sahnede özellikle göze çarpıyor. Yönetmen filmin sonuyla da mesajı empoze etmekten ziyade, seyirciyi hayatta genelde karşılaşılan bir durumla baş başa bırakıyor daha çok. Son sahnede insan, yazgısı karşısındaki acziyetini hissederken, babanın düşüncelerinde ve hesaplarında yanıldığını fark edip, bir yandan da kaderin çözülemezliği üzerinde kafa yoruyor, eğer düşünen bir kafası varsa tabi. 

        Velhasıl kelam, Bu meseleler derin meseleler azizim, tıpkı filmde de savunulduğu gibi aklın sınırlarını aşan meseleler, sağlam bir teslimiyet şart, eğer inandığınız bir Yaratıcınız varsa. Çözümsüz olduğu için sanırım sanatın da başat konusu olmaya devam ediyor, edecek.. 

 Not: Filmle ilgili söylenebilecek tek kötü şey, Türkiye'de dvd'sinin satılmadığı. Ancak Amazon’dan satın alınabiliyormuş. Fakat çeşitli film sitelerinde ve video paylaşım sitelerinde Türkçe alt yazıyla izlenebilir.

 İyi seyirler!

Stalker



4 yorum

"Zayıflık harika bir şeydir, güç hiçbir şey. Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir, öldüğü zaman ise sert, kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken zayıf, esnek ve tazedir. Kuru ve sert hâle geldiğinde ölür. Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık ise varoluş tazeliğinin ifadeleridir." Stalker



Salmon Fishing in the Yemen filminden inançlı olmak üzerine...



0 yorum

"- Dindar biri misiniz?
 + Hayır değilim.
- Ama bir balıkçısınız doktor Jones
+ Üzgünüm anlayamadım.
 - Bir şey yakalamadan önce kaç saat avlanıyorsunuz.? Onlarca?
 +Yeri geliyor yüzlerce...
- Kesin verilere önem veren biri için zamanı bu şekilde harcama iyi bir şey mi? Ama başarı şansı bu kadar düşük bir iş için rüzgara yağmura ve soğuğa direniyorsunuz. Neden? Çünkü inançlı birisiniz Dr. Alfred."

 Salmon Fishing in the Yemen filminden...

Like Crazy 2011



2 yorum


Yapım:2011 - ABD,
Tür:Dram, Romantik,
Yönetmen: Drake Doremus
Oyuncular:Jennifer Lawrence, Anton Yelchin, Charlie Bewley, Keeley Hazell, Alex Kingston

Amerikalı genç yönetmen Drake Doremus’un senaryosunu yazıp yönettiği bu ölçülü aşk filminde, Anna adındaki İngiliz bir genç kızın okumak için geldiği Amerika’da, yine aynı üniversitede okuyan Amerika’lı Jacob’la tanışıp doludizgin bir aşk yaşamaya başlamasını ve hesaba katmadığı, ya da düşünmeyi ertelediği bir sorunla, vize sorunuyla karşı karşıya kalmasını konu alıyor. Çift başlarda bir gençlik hevesi yaşadığını zannetse de aslında öyle değildir. Araya giren zorunlu ayrılık, çiftin aşklarının zorlu ve uzun bir sınavı olur. Film, bu hesapta olmayan zorunlu ayrılık sorununu merkez alarak ilerliyor. Anna Amerika’ya gidemediği gibi, Jacob’ın Amerika’da yerleşik bir işinin olması çiftin yollarını tıkar. Anna aslında Jacob’dan içten içe İngiltere’ye taşınması gibi bir fedakarlık beklese de bunu başlarda dillendirmez. Başlarda çift Jacob’un çeşitli aralıklarla Anna’nın yanına gitmesiyle geçici bir çözüm bulmuş olsa bile, zaman zaman aşkları mesafelerle olan savaşında yenilecek, her iki taraf da çeşitli fedakarlıklar gösterse de çekilen çileler, Anna ve Jacob’ı yoracak, zaman zaman pes ettirecektir. Anna ve Jacob bu büyük sınavdan geçerli not alabilecekler mi? Pek tabii onu filmin sonunda öğreniyor olacağız. Like Crazy’nin sonu kimilerine göre ucu açık bir son olarak değerlendirilebilir ama filmi başından sonuna kadar çok iyi okursanız, aslında çok bariz bir sonla noktalandığını görebilirsiniz. 

Anna karakterini canlandıran Felicity Jones’in güzelliği ve sahici oyunculuğu Like Crazy’i daha da izlenebilir kılıyor. En son Charlie Bartlet’da afacan bir çocuk olarak izlediğim Anton Yelchin’in de rolünün hakkını verdiğini söyleyebiliriz. Ben özellikle romantik filmlerde, çiftin uyumunun da filme yadsınamaz bir başarı kattığını düşünenlerdenim. Çiftin gerçekteki yaş farkına rağmen uyumu son derece dikkat çekiciydi. Aşk ve mesafeler yıllardır romantik filmlerde aşkın mücadele ettiği alanlar arasında işlenir. Bu açıdan çok orijinal bir senaryoya sahip sayılmaz. Drake Doremus’un başarısı da, böyle sıradan bir hikayeyi bu kadar yalın ve kendine özgü anlatabilmesinde. Diyalogların sırtına dayanan eski moda romantik filmlerden sıkılmışsanız artık, bu film size iyi gelecek. “İyi gelecek”den kastım, en azından “uyduruk” bir romantizme boğulmayacaksınız. Tutkulu bir aşk hikayesi izlemeyeceksiniz belki ama çok sahici bir ilişkiye şahit olacaksınız. “Benim başıma da gelebilir” dedirten bir duyguyla yüzleşip, karakterlerin mücadelesine ortak olacaksınız. Abartıdan uzak, sade diyalogları, gerçekliğe yakın, aynı zamanda fotografik kareleriyle romantizmi de es geçmeyen, 2011 Sundance Film Festivali'nde Özel Jüri Ödülü ve Büyük Jüri Ödülü'ü alacak kadar Jüri’nin dikkat çekmiş, başta da söylediğim gibi ölçülü bir aşk Like Crazy.

8/10

older post